Bir de "Hızlıca enkazı kaldırıp yeniden inşa edeceğiz her yeri" diyorlar. Onca insanın cenazesine, malına, hatıralarına kepçelerle, dozerlerle girişmek nasıl bir akıl tutulmasıdır? Birkaç oy daha alır, biraz daha iktidarın nimetlerinden yararlanırız diye herhalde...
HATAY
Hatay'da deprem bölgesinde geçirdiğimiz dört günün gözlemlerini paylaştığım yazı dizisine kaldığım yerden devam ediyorum. Defne İlçesi'nde Asi Nehri kıyısında kurduğumuz Halk Reviri'nde diğer gönüllülerle birlikte sağlık hizmeti vermeye çalışıyoruz. Bizim ülkemizde sokakta sağlık hizmeti vermek tehlikelidir. Hekimler de zaten durduk yere sokakta sağlık hizmeti vermez. Sağlık hizmetinden sorumlu kamu otoritesinin yetersiz kaldığı, vatandaşların gereksinimine yanıt veremediği, insanların sokaklarda açık, kanayan, enfekte olmuş yaralarıyla, ezik, kırık uzuvlarıyla dolaştığı, bir sağlık kuruluşuna ulaşmasının güç olduğu zamanlarda, hekimler ettikleri yemine sahip çıkar, devreye girerler. Hatay'da da böyle oldu, Gezi Direnişi'nde de böyle olmuştu. Sonradan kamu otoritesi kendi hizmet veremediği, hatta bizzat yaralanmalarına, hayatlarını kaybetmelerine sebep olduğu insanlara sahada yardım eden hekimlere dava açmıştı, "nasıl sokakta hekimlik yaparsınız" diye. Depremden sonra tuttukları not defterine muhtemelen bunu da yazmışlardır, ileride hesap sormak üzerine. Yazsınlar. Not defteri onlarınsa, tıpkı hastaneler, ameliyathaneler, poliklinikler gibi sokaklar da bizimdir, işimizi her koşulda yaparız.
Artık son güne gelmiştik. Yanımızda getirdiğimiz ilaçları TTB konteynerinde hizmet veren arkadaşlara, çocuk polar ve termal içliklerden kalanları da İstanbul Tabip Odası'nın hizmet verdiği noktaya bırakıyoruz. Sıkı bir mıntıka temizliği yapıyoruz. Canan Hanım en ufak bir çöp konusunda bile çok titiz. Bizi almaya gelecek aracı beklerken bölgeyi dolaşmaya çıkıyoruz. İleride Halk Evleri'nin konuşlandığı bölge var. Onlar da tüm gönüllüler gibi, depremzedelere barınma, giysi ve erzak sağlanmasıyla uğraşıyorlar. O sırada genç bir kadın yaklaşıyor Canan Kaftancıoğlu'nun yanına, oğlu enkazda kalmış bir annenin feryadını ulaştırıyor. "Bir şeyler yapamaz mısınız?" diye soruyor. Enkazda kalan gencin meslektaşımız olduğunu öğreniyoruz. Acılı anne de oralardaymış. O tarafa yöneliyoruz.
Anne bağırıyor, ağlıyor "Evlat yetiştirmek kolay mı?" diye. Kendisinin emekli öğretmen olduğunu anlıyoruz. Gözünden sakınarak, yılların emeğiyle yetiştirip doktor olan oğlu enkaz altında. İlk günden beri enkaza bakılsın, arama kurtarma yapılsın diye yalvar yakar olmuşlar. Gözyaşları içinde. "Evladımın canlısından geçtim, hiç olmazsa bedenini çıkartsınlar, gömüp dua edeyim arkasından" diyor. Hepimizin boğazı düğümleniyor. Böyle ne kadar çok acı, ne kadar çok insan var kim bilir? Depremin üzerinden haftalar geçmesine rağmen, bugünlerde halen göçük altında olan, hayatını kaybetmiş, çıkarılamamış kaç can, başında bekleyen kaç anne, baba, evlat var?
Bir de "Hızlıca enkazı kaldırıp yeniden inşa edeceğiz her yeri" diyorlar. Onca insanın cenazesine, malına, hatıralarına kepçelerle, dozerlerle girişmek nasıl bir akıl tutulmasıdır? Birkaç oy daha alır, biraz daha iktidarın nimetlerinden yararlanırız diye herhalde.
Acılı anne ve akrabalarıyla oğlunun içinde bulunduğu enkaza gidiyoruz. Canan Hanım birilerini arıyor. Bulunduğumuz bölgede yaklaşık 20-30 apartman var. Altları garajmış. Tamamı garajın üzerine aynı şekilde çökmüş. Bir koca mahalle; bütün evler neredeyse aynı kolonlardan kırılmış, garajdaki arabaların üzerine çökmüş. Doktor arkadaşımız bir gün önce nöbetçiymiş. Giriş üstündeki ev göz hizamıza gelmiş durumda. Salonda bir divan, üzerinde bir battaniye, yanındaki masada yarısı yenmiş bir cips. Nöbet sonrası yorgun argın yatak odasına bile geçemeden salona serilen binlerce meslektaşımız gibi. Hani Cumhurbaşkanı'nın atarlanıp "Giderlerse gitsinler" dediği doktorlardan biri. Annesi diyor ki "Hep iki gün üst üste nöbet tutardı, keşke bu seferde öyle olsaydı".
Sonrası yürekleri dağlayan binlerce hikayeden biri. Canan Kaftancıoğlu'nun gayretiyle önce Kadıköy Arama Kurtarma ekibi geliyor. Anlaşılan hekim arkadaşımız can havliyle kendini dışarı atmaya çalışmış. Salonda ya da yatak odasında kalsaymış kurtulabilirmiş, sokak kapısının hemen önünde, merdiven boşluğunda göçük altında kalmış olması muhtemel. Kadıköy ekibi içeri giriyor, sonra canlı insan arayan köpekleri Lena. Ardından Güney Afrika arama kurtarma ekibini çağırıyorlar. Onların üç köpeği var. İkisi kadavra arıyor, biri canlı. Nefesler tutuluyor, eve değişik yerlerinden giriyorlar. Köpeklerin eğiticileri de giriyor içeri. Anne Şefika Hanım, Canan Hanım'a sarılmış ağlıyor. İki saat süren arama çalışması sonuç vermiyor. Köpeklerin kadavra kokusu almaması bir umut. Tekrar hastaneler aranıyor, acaba bir şekilde dışarıya çıktı da...
İstanbul'a döndükten iki gün sonra Canan Hanım'ın mesajı geliyor:
"Şefika Hanım aradı, oğlunu tam dediği yerde, giriş kapısının yarım metre ilerisinden çıkarmışlar. Erzurum AFAD üstten tıraşlayarak ulaşmış Eren'e ve ceset kokmuyormuş hakikaten, uzunca bir süre canlı kaldı demek ki."
Bir kez daha perişan oluyoruz genç hekim arkadaşımızın hayatını yitirdiği gerçeğiyle.
Deprem bölgesinde geçirdiğimiz dört günün ardından İstanbul'a, başka bir ağır deprem beklenen şehrimize döndük. Hatay'da günler, geceler boyunca beynimize kazınan görüntüler, 99 depreminde sahada, hastanede görüp yaşadıklarımla karışıyor. Uyumak zor. Duyarlı tüm yurttaşlar gibi benim de içimde sızlayan ve tazelenip duran bir yara depremde yitirdiğimiz canlar. Taammüden işlenmiş kolektif cinayetler. Yüz binlerce 'Kırmızı Pazartesi' öyküsü.
Bir yanda hiç tanımadığı insanların yardımına koşan onların acılarıyla, dertleriyle hemhâl olan gönüllüler, bir yanda parlak ilanlarla, gazete, sosyal medya, bilboard reklamlarıyla yaptıkları çürük binaları, mezarlarımızı pazarlayan müteahhitler, inşaat şirketleri, onlara yol veren kontrolörler, ruhsat veren belediye başkanları, bir avuç oy için imar affı çıkartanlar ve en tepede, dünyamızı betonlaştırmaktan başka vizyonu olmayan kısır siyasetçiler ve onların şakşakçıları.
Bu düzen böyle mi gidecek?